Söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum… Tıpkı bu yola başvururken ne yapacağımı, bu yükün altından nasıl kalkacağımı bilmediğim gibi… İçimde hiç dolmayan bir boşluk vardı… Hani bazı anlar vardır ya, dayanamayacak noktaya geldiğimiz… İşte o dayanamayacak noktaya geldiğim anlar sayesinde bugün, bir şeyleri başarmış olmanın hazzını yaşıyorum. Bu süreç, benim için hiç kolay olmadı. Yılların arayışıydı. Babamı kaybetmiştim. Tabi kendimi de… O her zaman benim içimdeydi aslında, içimdeymiş yani… Gözyaşlarımı akıtarak, dışarı çıkarmaya çalıştım onu… Seanslarda kendimle tanıştım, bilinçaltımı anlamaya çalıştım. Bir insan bir şeyi çok istediği halde nasıl ondan uzak durur? Onunla arasına nasıl engeller koyar zihninde? Bunları gördüm… Anladım ki, engelleri yaratan biziz, umudu yarattığımız gibi… İlk zamanlarım ağlamakla geçti, kendimi suçlamakla… Her konuda, her hatamda olduğu gibi bu konuda da kendime yüklendim, hatamı tek başıma üstlendim. Yüküm çok ağır geliyordu, dayanamıyordum. Babamı o kadar derine atmışım ki, çıkarmaya çalıştıkça daha çok acıdım, daha çok kanadım, daha çok ağladım. İnsan kendisiyle nasıl çelişir? Bunu gördüm. Karanlıktan ve yalnızlıktan korktuğu halde, onlara nasıl sıkı sıkıya bağlı kalabilir, şaşırdım. İnsan kendisinin düşmanı, ben babamın düşmanı gibiydim. Kendime hep şunları söyledim: ‘ Susmak yok, kaçmak yok. Korkularımla yüzleşeceğim. Ama bazen o kadar güçsüz ve yalnız hissediyorum ki… Savaşmaktan yoruldum. İnsanlarla boğuşmaktan, güçlü görünmekten, güçlü olmaktan… Birine güvenip yarı yolda bırakılmaktan yoruldum. Bir yanı eksik büyüyen çocuğun ağlamaklı, nemli gözlerinde yalnızlığı görmekten yoruldum. Bir insana, tüm kalkanlarımı indirip en zayıf halimle görününce, ‘kullanılacağım’ hissine kapılmaktan yoruldum. Babama ‘baba’ diyememekten yoruldum.’’ Ailenin, babanın, karşılıksız sevginin yerini hiçbir insan dolduramazken, çözümü dışarıda aramaktan yorulmuştum. Aradığım kişi zaten yanımdaydı, onu içimde hissetmek için, bulabilmek için kendimi ve düşüncelerimi değiştirmeliydim. Onu olduğu gibi kabul etmeliydim. Başta çok kolay geliyordu bu söz… Olduğu gibi kabul etmek… Her bir adımımda bunu yapmaya çalıştım. İçinde bulunduğum durumu düzeltmeyi bir yandan çok istiyordum, bir yandan da istemiyordum. Alışkanlıklarım vardı, babasız bir hayatım… İçimde hep beni suçlayan, yükümün üstüne yük bindiren, her hatasında daha da yalnızlaşan, ama çok daha güçlü ayağa kalkan bir ‘Sevda’ vardı. Aynı zamanda gücüyle yorulan bir ‘Sevda’ vardı. Zihnim geçmişte kalmıştı, bedenimse sonsuza kadar olmak istediği yerde kalmak istiyordu… Kendimle bu kadar çelişirken, bunları bu kadar çok isterken, bir yandan yapamamak daha da ağırlaştırdı ruhumu… Hayaliyle bile konuşamıyordum, düşününce gözyaşlarıma engel olamıyordum, karanlıktan kurtulamıyordum. Seanslardaki evcilik oyunlarında özüme dönmeme rağmen, eve gidince yine bir şey değişmiyordu. Canımın daha çok acıması, yükümün daha da ağırlaşması gerekiyormuş. Nitekim böyle de oldu. Tüm bu bilinçaltı yolculuklarının ve evcilik oyunlarının meyvesini, patladığım o noktada toplamaya başladım. Kendime isyan ettim. Onunla hala konuşamıyordum yine de..Huzuru, mutluluğu onun kollarında bulmak için bembeyaz bir kağıtta can verdim duygularıma… Birkaç aylık bu sancılı değişim süreci, artık bitmek üzereydi. Şimdi Sevda, yeni alışkanlıklarının peşinde… Babasının dizinde… Çamlıca’daki köfte kokusunda aklı… Kalbi ait olduğu, sevgisi hor görülmeyecek, harcanmayacak yerde… Babasının yanında… Bir daha hiç ağlamamak üzere ‘BABAsıNDA KAL’mada… Bir kez daha öğrendim mutluluğun da, huzurun da dışarıda aranmayacağını... Onu ya ailende ya da kendinde bulursun. Böylelikle zihninin esiri olmaktan kurtulursun. Şimdi hayat daha güzel… Hayat güzel değil mi babacığım? Bunların farkına varmamı sağlayan, beni gerçeklerle yüzleştiren, insanlarla nasıl iletişim kurmam konusunda bana yardımcı olan ve doğru kararları nasıl vermem gerektiğini öğreten, güzel insan, sevgi pıtırcığı Nihal Aydın’a sonsuz teşekkürler… İyi ki varsınız…
Comments